Diyarbakır 1994
giris

1 Şubat 1999 / Sayı: 15

 Başyazı
 İşkampavya
 Kadının Yeri
 Muamma
 Diyarbakır
 Grafiti 1

Kalem: Kantar

Okuyacağınız yazı, 1994 Ağustosunda kaleme alınmış ve Türkiye'nin ilk bilgisayarlı iletişim ağı olan Hitnet'in genel konulardan söz edilen Chat alanında yayınlanmıştır.

Selam Dostlar,

Döndüm, Diyarbakır'dan sevgilerle...

Başbakanımızın gezisi vesilesiyle gittiğimiz yol, sıcak insanların gülümsemebilmez yüzleriyle bir şeyler daha öğrenmeme yardım etti. Surları, Çin Seddinden sonra dünyanın en uzun ikinci savunma hattı olan Diyarbakır, uzunca bir süre, içinde yaşayanların can güvenliğini sağlayamaz hale düşmüşse de sanırım işler biraz biraz yoluna girmiş...

İçi tıkabasa eratla dolu bir uçakla vardık Diyarbakır'a. İndiğimizde, anonslarla toplanıp görev yerlerine dağıtılan askerler şaşkın, korkmuş, endişeli... Çünkü bizi getiren uçak dönüş yoluna, yaralı, mayına basmış, ayağı kopmuş, bakışları panik dolu askerlerle çıkacak az sonra...

Bir aile yoldan gelenlerini karşılıyor. Kadınların kimisi kara çarşaflar içinde, kimisi kolsuz, hatta dekolte denebilecek giysilere bürünmüº. Her ºey içiçe...

Bizi kalacağımız yere götüren şoförün sözcüklerini anlamakta güçlük çekiyoruz... O ise bizim hangi lisanı konuştuğumuzla pek ilgili değil... Bölge Müdürlüğü oldukça modern bir bina... Belçika'da bir yayın kuruluşunun yapısı örnek alınmış... Çalışanların çoğu, ya Ankaralı ya da daha batıdan... Tek tük Vanlı, Erzurumlu var... Herkes tanıdık sözcükleri kullanan birilerini görmekten memnun...

Çaycı çocuk, beni birine benzetiyor... "Haa, ben seni görmüşeem" diyor. Onu oralara ilk defa geldiğime ikna etmeye çalışıyorum. Gülüyor, bildiğinden emin... Kandırıldığını düşünüyor, her zamanki gibi!...

Dicle Üniversitesi misafirhanesine gitmekte kararsızız. "Yol tekin değil" deniliyor. 15 km uzakta... Yine de sıcağı ve kalacağımız yerin sayımıza yetmeyeceği gerçeğini görüp, yolu göze alıyoruz... Klima buralarda en vazgeçilmez alet...

Vay be! Bozkırın ortasında bir vaha yaratılmış; Dicle üniversitesi... Yayıldığı alan ODTÜ'den büyük... Ağaçlar yeni yeni boy vermiş, ama umut vaadediyor... Her türlü sosyal tesis var. "Devlet, öğretim görevlilerini özendirmek için elinden geleni yaptı" diyorlar... Hoş bir süpriz!

Sabah saat 07:00'da üzerimizden dizi dizi geçen helikopterlerin gürültüsüne uyanıyoruz... İşe çıkıyorlar...

Şehire iniyoruz. Değişik gözlemler var... Ortada üniformalı polis yok gibi. Meğer hepsi sivil giyiniyormuş. Bir arkadaş, gömleklerini pantolonlarının dışına çıkarmış birkaç kiºiyi gösteriyor. "İşte bunlar polis" diyor. Silahlarını gizlemek içinmiş... Üniformalıları sadece valilik binası, devlet kuruluşları önünde görüyoruz...

Yeşil renk adına, sadece askerler var. Onlar da şehirin içinde tek başlarına dolaşmıyor, manga halinde iniyorlar buralara... Haa, Yeşil deyince aklıma geldi: Ağaç hemen hemen hiç yok oralarda... Sadece, askeriye kendi alanını ağaçlandırmış o kadar. O denli eski bir şehirde "ulu" denilebilecek ağaca rastlamamak garip... Su kültürü gelişmemiş...

Sularda hastalık olabilir gerekçesiyle hepimiz birer Şaşal, Dilmen, Niksar ediniyoruz. Su içmeden durulmuyor oralarda... Yerel yiyeceklerin yanına yaklaşamıyoruz. Aramızda cesaretli birisi, aslı meyan kökü şerbeti olan, ismini uzlaşma problemimiz nedeniyle tam öğrenemediğimiz bir içecekten iki yudum kadar içmeyi başarıyor ve gün boyu yüzünde buruşuk bir ifadeyle dolaşıyor.

Japon Pazarı denilen yere giderken insanlar bize bakıyor gözlerini kaçırmadan. Her yer açık tütün ve çay satıcılarıyla dolu.

Bir türbe önünde dua eden kadınlar... Niyazları bitince türbenin parmaklıklarını sıvazlıyorlar. Kandilmiş o gün...

Japon Pazarı diye bilinen yer elektronik eşya ve kozmetik malzemeleriyle dolu. İnsanlar biraz daha Türkçe konuşuyorlar burada. Ama ticaret bitmiş. Neredeyse Ankara'dan pahalı mallar. Nedeni; artık sınır ticaretinin merkezinin kayması. Ağrı olmuş yeni merkez...

Geldik bir kere diye ufak tefek şeyler aliyoruz. Pazarlık geçerli. Biraz asıldın mı dörtte bir fiyat kırıyorlar. Hoş...

Tekrar iºyerine dönerken gözüme bir şey ilişiyor. Surların geçit veren geometrik desenlerle bezeli muazzam demir kapıları, açılıp kapanmasın diye alt kısımlarından beton ile tutturulmuş. Surlar onarılırken Arapça yazılı bazı kitabeler ters yerleştirilmiş. Böyle özensizlikler can sıkıyor...

İşimizin öngörülen sürede bitmeyeceğini öğrenince uçak biletlerimizi erteletip yedek listesindeki sıramızı alıyoruz... Artık ne zaman dönebileceğimiz tamamen meçhul... Uçaklar tüm seferlerine dopdolu çıkıyorlar çünkü... Askerlerin karayolunu kullanmaları yasak. THY belirli bir indirimle ama yine de para karşılığı onları taşıyor...

Ertesi gün, çalışmalar tamamlanıyor ve artık geri dönüş için izin çıkıyor yöneticilerden... Ekipin bir kısmını yalvar yakar kalkacak uçağa yerleştirip göndermişiz dünden... Geriye 4 gariban kalmış. Tabi ki ben de aralarındayım...

Yedek liste nedeniyle sabahın erken saatlerinde havaalanına geliyoruz. Hangi uçuşa dahil olabileceğimiz belli değil... Kapıda, bindiğimiz taksinin yolunu kesen biri anladığımız kadarıyla haraç istiyor... Taksi şoförü henüz siftah yaptığını söyleyerek atlatıyor...

Havaalanı boş, ama birazdan insanlar ellerinde valizleriyle bir şeylerden kaçarcasına dolutacaklar...

3 kişilik boş yere diğer arkadaşların yerleşmesini sağlıyorum. Ekip sorumlusu olmak da dert... Benim durumum, son anda yerini iptal edecek birisinin insafına kalmış...

Bu arada gelip geçenleri gözlüyorum... Hemen hepsi erkek... Aynı kaderi paylaşmış insanlara sinmiş benzer ifadeler var yüzlerinde... Çoğunlukla rahatlama...

Erlerin saçları uzunca, anlaşılan pek sıkıştırmıyorlar bu aralar kısa saç için... Moral! Çocuk denecek yaşta birkaç er sivil giysileriyle, hatıra fotoğrafı çektiriyorlar... Oysa, yaşadıkları şeyler zaten akıllarından hiç silinmeyecek anılar bırakmış onlara...

Bilet değiştirmek isteyen bir kadın kucağında çocuğuyla gişeye yaklaşıyor... Konuşmalar umutlandırıyor beni, dönebileceğim galiba... Çocuğa elindeki koladan yutabileceğinden büyük bir yudum veriyor. Çocuk boğulurcasına aksırmaya başlıyor. İlginç; kadında hiçbir panik belirtisi yok... Çocuğu başaşağı etmekle yetiniyor...

Özel Tim'den biri yaklaşıyor kamuflaj elbiseleriyle... Elinde boyunun neredeyse yarısı uzunluğunda otomatik bir tüfek... Tipik Çerkez. Hafif çekik gözlü, sarıya çalan kumral... Garip bir donuk bakış var gözlerinde... Hemen hiç konuşmuyor. Belgesini gişe görevlisine uzatıyor... Aralarında sessiz bir iletişim var sanki... Herkes kimin ne istediğini biliyor...

Çabalarım sonuç veriyor... Hacı Bey diye çağrılan bir görevli işimin hallolduğunu söylüyor... Yerim hazır. Hem de Business Class'ta...

Seviniyorum... Kalkışa 5 dakika kala koşarak uçağa giriyorum... Pencere kenarı beni bekliyor... Oturup kemerimi bağlıyorum... O sırada gözüme koltuk değnekleriyle zarzor yürüyerek yaklaşan biri ilişiyor dışarıda... Görevlilere kızıyorum içimden... Niye, yardımsız bırakmışlar ki onu?.. Koltuk değneklerine alışamamışlığın verdiği acemilikle uçağın merdivenlerini tırmanıyor... Gelip yanımdaki boş yere oturuyor... Kopan ayağı yerine takılan protez, ben buradayım ve artık hep burada kalacağım diyor bize... O zaman fark ediyorum; yüzünün dörtte üçü kabuk bağlamış bir yarayla kaplı. Belli ki mayına basmış... "Geçmiş olsun" demek istiyorum, dilim varmıyor... Nasıl geçer ki?

Yanımıza yaklaşan hostes ona, yerinin arka tarafta olduğunu söylüyor. Gariban tek kelime söylemeden toparlanıp yerine doğru hareketleniyor, belli ki emirleri sorgulamamak öğretilmiş...

Kızıyorum kendi kendime. Hayatın, daha ne demek olduğunu öğrenmeye bile fırsatı olmadan, vatan için çarpışıp sakat kalmış bu çocuğa kovarcasına yapılan bu eylem karşısında tepkisiz kaldığım için...

Az sonra uçak havalanıyor... Bir saat sonra Ankara...

Esenboğa'da alet edevatımızın gelmesini beklerken aynı yaralı er, yine binbir zorlukla sürünürcesine yanımızdan geçiyor... Suçluluk duyuyor olmalıyım ki yüzüne bakamıyorum... Tam o sırada bir çığlık kopuyor... Alandaki bütün yüzler nereye bakmaları gerektiğini sezinlemiş gibi yaralı askerden yana dönüyor... Bir kadın, belli ki annesi, "oğluum" diye feryat edip olduğu yere yığılıyor... Belki bir sevgili, belki bir kızkardeş bulunduğu yerde çakılıp elini alnına koymuş, artık dizginleyemediği gitgide yükselen bir şiddetle ağlıyor... Karşılamaya gelen erkekler allak bullak olmuş, ne diyeceklerini bilemez halde duygularını gizlemeye çalışıyorlar... Asıl düşündürücü olan, yaralı erin tavrı... Adeta yıllardır kendisini bu olaya hazırlamış... Adeta bacağı kopmuş, yüzünün yarısı gitmiş kişi o değil... Olayları dışarıdan izleyen biri gibi sakin... Hatta bizden bile sakin... Birazdan gözden kayboluyorlar yeni kaderleriyle tanışmış olarak...

Ve benim gibi; büyük şehirlerin puslu ortamında yaşayanlar, aynı ülkenin topraklarını paylaştığımız insanların gerçeğini görebilmekte zorluk çekiyor, kendi yaşamımızın alışılmış sınırlarından biraz uzaklaşınca şaşalıyoruz. Ve benim gibi, sarsılarak öğreniyoruz ancak... Ama öğreniyoruz!